
Bazı insanlar vardır, dünyayı sadece izlemekle kalmaz; onu yaşar, hisseder ve gördüklerini anlatmak için canını ortaya koyar.
İşte o insanlardan biri Coşkun Aral. Savaş meydanlarından bilinmeyen coğrafyalara, yeryüzünün en karanlık anlarına tanıklık eden bir belgeselci, bir gazeteci, bir hikâye anlatıcısı.
O haberin sadece kelimelerden ibaret olmadığını kanıtlayan isim, kamerasıyla savaşları, devrimleri, coğrafyaları anlatmakla kalmayıp tarihe kazıyan bir muhabir. O bir duayen.
Sayfalarımıza hoş geldiniz, Coşkun Aral’ı sizin dilinizden tanıyabilir miyiz?

1956 Siirt doğumluyum. Güneydoğu Anadolu Bölgesi çok kültürlüdür. Tarihin geçmiş dönemlerine dayanan izlerin hem insan yüzlerinde hem doğada var olduğu bir coğrafyada doğup büyüdüm. 13 yaşıma kadar oradaydım; ardından İstanbul’a geldim. Amacım doktor olmaktı, cerrah bir dayım vardı. Ona özeniyordum ama evimize o tarihlerde giren iki dergi, algılamaya başladığım dünyayı, insanları ve yaşam koşullarını sorgulamamı sağladı. Çocukluğumda sağlık yönünden kötüymüşüm, çok kötüymüşüm.

Dört buçuk, beş yaşıma kadar her an gitti gidecek gözüyle bakılmış bana. Benden önce doğan iki kardeşim, bakımsızlıktan ve yoksulluktan hayatlarını kaybetmiş. Ellili yıllara kadar çok varlıklı iken, o zaman siyasetinin getirdiği, bugün de yaşadığımız baskıların benzerleri yüzünden, her şeyini kaybetmiş ve varlıktan yoksulluğa düşmüş ailem.Güneydoğu koşullarında onların çocuğu olmanın getirdiği zorlukların ardından daha iyi koşullarda yaşamak için geldiğim İstanbul’da öteki olmak zordu.

Eğitimimi tam sağlıklı alamadım bu nedenle.Gazetecilik değil tıp istemiştim aslında ama gazeteciliğe daha lise çağında başlamam ve birtakım gelişmeler bu meslekte devam etmeme yol açtı. 1970’lerde ülkeyi neredeyse bir iç savaşa götürecek olan sağ sol çatışmaları ve ardından gelen askeri darbe ile kendimi bir anda “dünyanın karanlık yüzü” diye tanımlanan savaş veya felaket bölgelerinde bir göz tanığı olarak, bir foto muhabiri olarak buldum.
Şimdi kendi ülkemdeyim. Her şeyin daha iyi olmasını düşündüğüm anda yaşadıkları mağduriyetlerin adeta rövanşını yapan bir anlayışın ülkeyi karanlığa götürecek olması ile ilgili endişelerim var.
Türkiye Afganistanlaşır mı? Endişelerim var. Çok mutlu ama sınırlı bir azınlığın var olduğu, mutsuzluğun da nedenini farklı ritüellere bağlayan bir anlayışın hakim olduğu, dünyada ‘bahtı kara’ diye tanımlanan ülkelere benzetilmeye çalışılan bir ortam var ülkemizde.İnşallah benzemeyiz ama insanın en önemli özelliği sorgulaması ve ifade edebilmesi. Bunların zorlaştığı bir döneme girildiği zaman çanlar bizim için çalıyor demek istiyorum.

3-4 gün önce, İspanya’daydım. Bilbao yakınlarında Guernica’ya gittim. Faşist Franko döneminde çok büyük bir katliamın yapılıp, insanlara “Böyle bir katliam yaşanmamıştır.” denilen bir anlayışın barındığı İspanya’dan bahsediyorum. Bugün Avrupa Topluluğu’nun en önemli ülkelerinden biri olmuş İspanya. Demek bu, dönem dönem olabiliyor.

Savaş muhabiri olmak bir insanın hayata bakış açısını nasıl değiştirir, sizin hayatınızda dokunuşları nasıl oldu?
Açıkça söylemem gerekirse, dediğim gibi travmaların çok yoğun yaşandığı bir coğrafyada doğup büyümem öncelikle beni bağışıklı kıldı. Yani normal bir insanın alışma süresi, reaksiyon gösterme süresi bende daha kısa çünkü çevremde hep o şiddet vardı.
Bedeller ödediniz mi?
Tabii bana direkt değil ama aileme uygulanan o şiddet, o ötekileştirme o baskı… Okuduğum ilkokuldaki bir öğretmenin, öğrencilerine karşı davranışları veya akrabalarımın içinden bazı kişilerin bile çocuklarına yaptıkları davranışları yaşadık, gördük. Kendi bölgemizden biraz çıkmaya çalıştığımız zamanlarda niye, niçin, nasıl diye gazeteciliğin olmazsa olmaz beş ‘N’ bir ‘K’sı hep aklıma geliyordu.
Bir sürü şeyin sorgulamasını İstanbul’da yaşadığım süre içinde yaptım. 70’li yıllar, 12 Mart darbesi, ailemden bazı insanların bunun mağduriyetini yaşaması ve bizzat onlara dokunmam, o yaşamlara gözcülük yapmam, hatta 15- 16 yaşında cezaevlerine gidip gelmeye başlamam…
Kuzenlerimin farklı sol örgütler içinde yer alması, sonra sağ-sol çatışması diye tanımlanan benim ve arkadaşlarımın içinde olduğu hatta zaman zaman benimsemesem bile bazı fikirlere dair sorgulamalar yapmam, o siyasi görüşlerin uygulandığı ülkelere gidip gelmem… Gerçekleri görüp arkadaşlarımı ikna etmek için yola çıkmam hepsi dejavü’lerimi artırdı.
Savaş dediğimiz, insanların her şeylerini kaybetmeyi göze alıp, kendi türünü yok etme aşamasına geldiği dönemleri, yaşadığım kavgaları, meslek hayatımın kitabında yazıyoruz eşimle. Sağ olsun eşim kaleme alıyor, aradan geçen 45-50 yıl neleri unuttum, neleri doğru, neleri yanlış hatırlıyorum, onların hesabını yapıyorum.

Afganistan’da geçirdiğim günler aklıma geliyor.Afganistan’da İngilizlerin işgalinden sonra ülke birdenbire huzura kavuşacak deniyordu. Mustafa Kemal Atatürk bu konuda deneyimlerini kitaplardan yaptığı yorumla Emanullah’a tavsiyelerde bulunarak mektuplarla aktarmaya çalışıyormuş ama bir yerde durdurmuş kendi yazdığı mektupları. Çünkü “kadın hakları” konusu özellikle Afgan coğrafyasında ve Müslüman dünyasında daha ekstrem olduğu için kadının adı yok, yani hiçbir şekilde yok.
Emanullah’ı 1920’lerde yazdığı bir mektupta uyarıyor Atatürk ve nitekim 1929’da kadın konusunda halkın Emanullah’a yönelik muhalif bakışı sonucu yaşanan isyan ve darbenin ardından, han ülkesini terk ediyor.
İslam’ın getirdiği bir şey değil cehaletin getirdiği bir durumdur bu yaşananlar. Şu anda da Türkiye’de bu anlayışlar hâkim.
Bakıldığı zaman yani bugün kadının metalaştırılması salt eve kapatılması konusu değil. Televizyonda en çok izlenen dizilere bakın, kadın programları diye yayınlanan gündüz kuşaklarına bakın, hepsinde kadın tam bir meta. Ama halen RTÜK bunlara yönelik önleyici bir şey yapmıyor, kendileri de şikayetçi. Bunu bizzat bana söylediler.
Toplumun kadının ailede birey yetiştirmedeki fonksiyonunu çok iyi bildikleri için önleyici çözüm arayışında değiller.
Bizim için kuşakların “hoş ama boş” şeylerle yetişmesi, bilgiden kopuk olması daha önemli anlayışıyla devam ediyorlar. Benim de dediğim gibi gezip dolaştığım o ekstrem, kaotik yerler artık olgunlaşmış, fermante olmuş toplumsal kaosların yoğunluğunun olduğu yerlerdi. Bunlar da savaş bölgeleriydi, felaket bölgeleriydi, kaos bölgeleriydi. O bölgelerde yaşanan savaşlara tanık olup bunları bilmeyenlere duyurmak için meslek olarak gazeteciliği benimsemiştim.
Doktor olarak gitmek isterdim.O yerlere yardım elimi uzatmak ve onlara daha faydalı olabilmek için. Gazeteci oldum, meslekte ne kadar başarılı oldum hep tartışılır tabii.

Hocam biz sizin çalışmalarınızı izleyerek büyüdük, duayensiniz meslekte.
Sağ olun ama işte ne kadar başarısız olduğumu görüyorum. Hiç kimseyi bu yaşananlar konusunda ikna edemiyorsunuz. Bu demek oluyor ki, başarımız yok. Çünkü bunların haberciliğini yapıyorsunuz.
Filipinler’de, Afrika’da veya farklı devletlerde yaşananları aktardığınız zaman dünya bunlardan ders alıyor.Eşim benim bazı olayların araştırmasını yapıyor.
1982-83’te Afganistan’da yaşanmış olayları bir New York Times’da, bir Libération’da bulabiliyorsunuz ama Türkiye’de yazdığımız haberleri bile kaç kişinin okuduğu veya ne not çıkardığı veya bunların ortaya koyacağı sonuçlardan ders çıkarılıp çıkarılmadığını göremiyoruz. Halen umursamazlık hâkim, cehaletin getirdiği bir şey bu.
Bugün bizim ülkemizi yönetmekle yükümlü olarak seçtiğimiz milletvekillerinin yaşananlara baktıklarında kendi siyasi partilerinin liderlerinin getirdiği uygulamaları eleştirisel düşünemedikleri, her şeye el kaldırdıklarını görüyoruz. Çok içler acısı bir durum bu.
Hiç yayımlamadığınız veya anlatmaya cesaret edemediğiniz bir haberiniz var mı?
Her şey belirli bir olgunluk süresi içinde zaten öğreniliyor, yani ben bilmesem bile birileri biliyor, birileri gündeme getiriyor. Biz şu an sadece, asker mektuplarında veya cezaevlerinden gelen mektupların üzerindeki gibi “görülmüştür, okunmuştur.” damgasına bakıyoruz.Dünyada hiçbir gerçek gizli kalmaz onu söyleyeyim. Yani şimdi Franko döneminde Bask bölgesinde yaşananlar var. 1937’de Alman faşist Hitler rejiminin uçakları Franko’nun talebi üzerine o zamanki cumhuriyetçiler veya komünistler için önemli bir kasabayı yerle bir ediyorlar. İşte Picasso o zamanlar Paris’te sürgünde bir tablo yapıyor ‘GUERNICA’ diye.
Bugün Birleşik Devletler Güvenlik Konseyi’nin duvarında olan, orijinali İspanya Madrid’de Kraliçe Sophia Müzesi’nde olan bir tablo ‘GUERNİCA’. Picasso’nun en büyük eseri bence, o tabloda işte paramparça olmuş insanlar, canlılar, bir trajedi sahnelenmiş. Picasso’nun kendi tarzıyla yapılmış.
Franko bunu kırk sene boyunca saklıyor kendi halkından. “Böyle bir katliam yoktur.” diye ört bas ediyor.
Bizde de Uludere Katliamı, Kobani Olayları gibi hep gerçekleri daha ortaya konmamış olaylar. Birdenbire bir barış süreci niye bitti halen bilemiyoruz.
Çok küçük bir bölüm çok farklı bir şekilde anlatmaya çalışıyor mağduriyetleri. Ne kadar doğru olduğu tartışılır ama orda elli küsür kişi ölüyor. Ölenlerin büyük bölümü yoksul Diyarbakır mahallesinden çocuklar ama onları öldürenler diye bu işin mağdurları gösteriliyor. Bunlar yarın öbür gün çıkacak dediğim gibi, bilgiler bir süre örtülse de hiçbir şey gizli kalmaz.
Bilgi süzgecinin de doğru olması lazım. Yüzde yüz haklılık diye bir şey yok ‘ama’sı, ‘fakat’ı gündeme getirildiği zaman ağızdan çıkan değişimler etkiler bizleri. Sorgulayan bir toplum olmama özelliğimizi koruyoruz.
Hocam dünya medyasının göz ardı ettiği ama sizin yakaladığınız dünyada büyük etkiler yaratacağını düşündüğünüz olayalar ve krizler var mı?
Bununla ilgili ön görüleriniz varsa merak ediyorum.1981’den başlayıp aşağı yukarı 1999 hatta 2001’lere kadar dünya medyasında malzeme üreten bir gazeteciydim.
Mesut Ahmet Şah’a gitmek istemiştim. Afganistan’ın en önemli liderlerinden biri olup benim 1983’te dünyaya tanıttığım lider ama çalıştığım televizyon istememişti gitmemi, göndermediler. Adam da 11 Eylül’den üç gün önce bir suikasta kurban gitti, öldü.
Yani bazı şeylerde dünya basınını besleyen haberler veriyorum. Mutlaka eksik haberler de olabilir, yüzde yüz mükemmel değiliz ama habere ulaşmam kendi ülkem tarafından istenmediği zaman yapacak bir şeyimiz yok.
Daha Suriye’den yeni geldim ben. Bir ay oldu aşağı yukarı Suriye’ye gideli. Bugünlerde tekrar gitmek istiyorum ama benim çalıştığım bir kurum yok, sonuçta maliyetli oluyor bu operasyon.
Dijital medya ve sosyal medya gerçek haberciliği nasıl etkiliyor sizce?
Yaşadıklarımı anlatırken hep hafıza hücrelerimde kalan bilgileri aktarıyorum ama bu belge ile örtüşürse ne mutlu bana diyorum işte o belge şu anda var mı? Ne kadarı kullanılıyor bilmiyorum.
Mesela yıllardan beri hep gündemdedir. 1 Mayıs’ta ne oldu diye. İlk ateşi kim açtı? Ben orada tanıklardan biriydim. Yakın arkadaşım Savaş Ay, o sanığın en yakınındaydı. Yani ilk kurşunu atan kişinin önündeydi. ‘Hayret’ diye bir dergide -yayımlandı bütün fotoğrafları ama bir tek Allah’ın kulu o dergide çıkan Savaş Ay’ın fotoğrafını bulup yayımlayamadı.
Bilgi, belge olarak baktığımızda isterseniz seküler kesim deyin isterseniz mütedeyyin kesim deyin işine geleni kullanıyor. Bunun sonucu ki din ve inanç istismarı çok kolay oluyor.
Hz. Hatice’nin Hz. Muhammed ile tanışmasına ve karşılaşmasına yol açan ticari hayatı, Mekke’nin çöl ortamından çıkıp Şam (günümüz Suriye’si) gibi Roma kentine develerle yapılan konvoylarla özgürce gidip gelmesini sağlamıştır. Bu durum, o dönemin kadın haklarının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Kadınların o dönemlerde daha özgür olduğunu mu söylüyorsunuz?
Hz Ayşe’nin komutanlık yapması, Hz Ali ile savaşları var. Bir kadının atın veya devenin üzerine binmesi var. O dönemin tanıklarının anlattığı Kuran’da bile buna yönelik ayetlerin indirildiği süreç ama hiçbir adamın da aklına gelmiyor. Ya bunlar kadın haliyle ellerinde kılıçla, cephede çarşaf ya da burka giymiyordu. Yok elime dokundular yok ayaklarım bilmem neydi gibi bir şey demiyorlar.
İşine geldiği gibi algılamak sadece İslam toplumunda değil bütün toplumlarda var. Kadının meta ve bir ziynet aracı olarak alınıp daha kız çocuğu iken ayrıştırıldıktan sonra evde her an kullanılmaya hazır bir mal gibi bekletilmesinde herkes suç ortağı. İşte burada dediğim gibi, sorgulayan bir toplum olma özelliğimizi yitirdiğimizde ne yazık ki bunlar oluyor.
Yapay zekânın günümüzdeki savaşlara ve savaş muhabirliğine etkileri var mıdır?
Sizce bu etkiler nasıl olur.Anlatıcı olarak bakıldığında yapay zekâ da dahil olmak üzere teknolojinin bize vermiş olduklarını nimet olarak görüyorum.
Olumlu anlamda kullanıldığında bir fotoğrafı hareketlendirip onu bir kısa filme dönüştürmek bile yapay zekâ ile mümkün ama sahte haber, provokatif haber, manipülatif haberlerde çok olumsuz etkisi olacak. Bu yüzden korkularımız da daha fazla oluyor. Konu sadece sahte ses değil bir insanın sesinin birebir aynısını yapıyorsunuz, görüntüsünü alıyorsunuz, söylemesi imkânsız şeyleri söyletiyorsunuz, yapılması suç olan şeyleri yaptırıyorsunuz. O yüzden iyi bir denetim sistemi, buna ilişkin ciddi hukuksal sınırlamaların getirilmesi lazım.
Yani bilgi ilaçtır, ilacın içinde bulunan mineraller ve onların oranları bellidir, o oranlar artırıldığında ilaç zehre dönüşebiliyor. Yapay zekâ da çok rahat, kötü amaçla kullanılacak bir araca dönüştürülebilir. O yüzden hukuksal anlamda yaptırım ve denetimlerin çok sıkı olması lazım.
Şimdiki tecrübe ve deneyimlerinize dayanarak yıllar öncesine dönseniz meslek hayatına yeni başlamış olan Coşkun Aral’a neler söylersiniz?
Neler tavsiye edersiniz? Önce kendi doğup büyüdüğüm coğrafyadaki Kürtçeyi ve Arpaçay’ı çok iyi öğrenmesi gerektiğini, ailesinin getirdiği sınırlamalara rağmen bunları öğrenmesi gerektiğini, el becerilerini geliştirmesini ve iyi bir eğitim yani bir İngilizce ’ye, bir Fransızca ’ya anadil kadar hâkim olmasını, artı iyi bir eğitimle de coğrafya mı, sosyoloji mi, psikoloji mi bu alanlarda da bilginin daha rahat insan beyniyle buluşabileceği bir formasyondan gençlik döneminde geçmesini tercih ederdim. Ama aynı işi yapardım.
Camiada ilkeli duruşunuz, gerçekliğiniz ile ayrı bir renksiniz. Deneyim ve fikirlerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ediyoruz. Sağ olun.